31 Mart sabahı Türkiye’deki elektrik şebekesi resmen çöktü. Büyük şehirlerin ulaşım sistemleri ve trafik ışıkları bile iflas ederken, gündelik hayat büyük ölçüde kesintiye uğradı. Ülke çapındaki elektrik kesintisi, bütün aksama veya kriz anları gibi, güya sorunsuz işlediği için normalde görünmez olan sistemlerin yapısını ortaya çıkardı, bu sistemlerin dışında bir yaşam hayal etmek için bize olanaklar sundu.
Ancak saatler süren kesintiyle beraber sosyal medyanın ve siyasetçilerin gündemini komplo teorileri, kıyamet-sonrası felaket senaryoları ile olayın gerçek sorumlularını belirleme ya da sorumluluktan kaçma çabaları işgal etmeye başladı. Sosyal medyadaki ilk tepkilerden biri, bu çapta bir kesintinin nasıl olabileceğini sorgulamak oldu. “Nasıl olur da 70 milyon kişi birden elektriksiz kalır? Dünyanın neresinde bunun benzeri görülmüş ki?” Elektriği kestiği söylenen bir takım “iç veya dış güçler” hakkında süregelen hararetli tartışmaların yanı sıra, hükümeti eleştirenlerin bir kısmı da “AKP’nin ampulü nihayet söndü” ya da “Türkiye’yi saran karanlık nihayet kendini gösterdi” gibi beyanatlarla “aydınlık-karanlık” metaforuna sarıldılar.
Kalkınma ideali, enerji ve altyapılar
Otoyollar, barajlar, kanallar, elektrik ve şebekeler gibi altyapı ve enerji sistemlerinin Avrupa, Kuzey Amerika ve sömürge sonrası toplumlarda isleyişini ve yüklendiği anlamları tartışan geniş bir sosyal bilimler literatürü mevcut. Bütün bunların tek bir ortak noktası varsa, o da tarihsel olarak giriş yaptıkları yerlerde “kalkınma” ve “ilerleme” gibi ideolojileri (ya da bunların tersini, eksikliğini, “yamuk” halini) temsil etmeleri. Altyapılar ve enerji sistemleri, tam da bu yüzden, birçok gelecek tahayyülünü de içinde barındırabilen metaforlar haline bürünebiliyorlar. Türkiye örneğinde olduğu gibi, ilerleme, hatta “güçlü Türkiye” olma arzularının maddeye bürünmüş uzantıları olarak her üstgeçitte ya da taze asfaltlanmış yolda karşımıza çıkıyorlar.
Daha bu hafta reklamları yayınlanmaya başlayan Akkuyu Nükleer Santral Projesi bunlardan sadece biri. Söz konusu santralin reklamında nükleer enerji, alışık olduğumuz teknolojik ilerleme, ulusal kalkınma ile güçlü ve parlak bir geleceğin imgeleriyle harmanlanıyor. Reklamın temel motifi ise ışık. Elektrik şebekelerin aydınlattığı şehirler ve karanlıkta parlayan deniz fenerinin görüntüleriyle bezenmiş reklam, nükleer güç santralinin Türkiye’nin geleceğini hem gerçek hem de mecazi bir şekilde aydınlatacağını müjdeliyor.
İronik olan ise şu: 31 Mart günü elektrik şebekeleri ülke çapında çöktüğünde ve ışıklar gerçekten söndüğünde, eleştirel söylemlerin bir kısmı tam da bu “ışık–eşittir–ilerleme” mecazına sarıldılar. Peki, AKP’nin “ampulünün söndüğünü” ilan etmek, AKP’yi tıpkı dünyanın başka yerlerindeki benzer yönetimler gibi takip ettiği neoliberal, kalkınmacı, mülksüzleştirici ilerleme siyasetinden ötürü eleştirmektense sırf AKP olduğu için eleştirmekle kısıtlı kalmıyor mu? Burada kalkınma ideolojisinin kendisini sorgulamak yerine “AKP kalkınmayı üstüne başına bulaştırdı, başkası kalkındırsın” ya da “Bu olmadı, başka türlü kalkınalım” söylemindeki probleme işaret ediyorum. Bu yaklaşım, AKP’yi bir “istisna” olarak yorumluyor; ilerleme fikrinin 20. yüzyılın başından beri ülkenin kurucu ideolojilerinden biri olduğunu, AKP ile ondan önceki hükümet politikaları arasındaki tarihsel sürekliliği gözden kaçırıyor. Dahası, AKP’nin temsil ettiği siyasetin çoğu unsuru “AKP’ye özgü” değil, Türkiye’ye özgü bile değil. Bugün dünyada onlarca ülkenin halklarına dayatılan bir yönetim biçimi bu.
Müşterek sorunlar, müşterek siyasetler
31 Mart’ta Türkiye’de yaşanan boyuttaki bir elektrik kesintisi dünyada görülmemiş bir olay değil. 2012’de Hindistan’ın yarısından fazlasını etkileyen elektrik kesintisinde 620 milyon insan elektriksiz kaldı; olay halen dünyada yaşanan en büyük güç kesintisi olarak adlandırılıyor. Yine 2012’de ABD’nin batı kıyılarını vuran Sandy Kasırgası 8 milyon insanı elektriksiz bıraktı. 2003’te ise bir “doğal afet” etkisi olmadan, şebekelerde meydana gelen bir arıza yüzünden ABD’nin kuzeydoğusu ile Kanada’nın merkezinde tam 55 milyon kişinin elektriği kesilmişti. İki kesinti de herhangi bir komplonun, saldırının ya da büyük bir hatanın sonucu değildi. Peki, sorumlu neydi?
Bu yazının kaleme alındığı sıralarda elektrik kesintisine sebep olan faktörlere dair hükümetten halen kesin bir açıklama gelmemişti. Benim anlayabildiğim kadarıyla ise durum şu: Elektrik talebinin yüksek, üretimin yetersizliği veya 700-1200 MW düzeyinde bir santralin devre dışı kalması sebebiyle sistemin frekansı 48 Hz veya daha aşağı düzeylere düştü. Böyle durumda acilen yapılması gerekenler ise şöyle: Aynı güçte bir santrali devreye almak veya aynı güçte bir yükü, yani orta büyüklükte bir şehrin elektriğini, keserek tüm sistemin çökmesini engellemeye çalışmak. Bu iki seçenekten birinin 31 Mart günü neden tercih edil(e)mediğini henüz bilmiyoruz ama ihtimaller ya sıcak bir yedek santralin bulunamaması ya da santralin sahibi özel firmanın ticari sebeplerle devreye girmeyi kabul etmemesi yönünde. Sonuç olarak, frekansın kabul edilebilir alt sınırın altına düşmesi sonucunda, iletimi hariç bütün süreçleri özelleştirilip piyasalaşmış elektrik şebekemiz domino etkisiyle çöküverdi. O zaman şöyle bir çıkarım yapılabilir: Bu çaptaki güç şebekeleri, büyüklükleri yüzünden çöküşe zaten çok müsait. Dağıtım hizmetinin tümü, üretiminin ise büyük bir kısmı özelleştirilmiş olan elektriğimizin dağıtımı hem kamu hizmeti hem de kâr elde etme aracı haline geldiğinde ise şebekenin kendisine özgü problemleri daha da şiddetleniyor. ABD’de ve Hindistan’da da olduğu gibi, özelleştirilmiş bir kamu hizmetinin çelişkileri, dev şebeke ağlarının komplike ve kontrol etmesi güç yapısıyla birleştiğinde, bu çapta elektrik kesintilerinin yaşanması işten bile değil.
31 Mart kesintisi Türkiye’ye özgü değildi, bu yüzden de komplo teorilerinin öne sürdüğü şekliyle “manidar” olarak okunmaktan çok uzak. Başka bir deyişle, bizim kesinti gayet manidar, evet. Ama manidar olmasının sebebi olağanlığı. Esas önemli olan da, siyaseti tam da bu olağanlıkta aramak. En “gelişmiş” olanından en “gelişmemiş” olanına, her ülkede yaşanabilen geniş çaplı elektrik kesintileri, bize günümüz kapitalizminin eşyayla, tabiatla, enerjiyle, nasıl ilişkilendiğine dair ipuçları veriyor. Fosil yakıtlara bağımlı politikalar sürdüğü, mevcut ekonomik büyüme formülleri takip edildiği taktirde yaşanacakların da habercisi oluyor. Küresel bir siyaseti örgütlemeye Türkiye’de yaşananların ve Türkiye’yi yönetmeye çalışanların olağanlığıyla ya da ABD ve Hindistan ile aramızdaki müştereklik üzerinden başlayabilir miyiz?
Enerji, siyaset, gelecek
31 Mart günü yaşanan elektrik kesintisi, enerji kaynakları seçimlerimiz, enerji dağıtım ve tüketim sistemlerimiz ile bunların yakıtı haline gelmiş ilerleme/kalkınma ideolojisini kökten sorgulamak adına önemli bir fırsat. Siyaset bilimci ve tarihçi Timothy Mitchell (2014), Karbon Demokrasi kitabında doğal kaynak seçimlerimizin ve onları işleme, enerji üretme ve dağıtım sistemlerinin siyasi dünyalarımızı şekillendirmede nasıl merkezi bir role sahip olduğunu hatırlatıyor. Peki 31 Mart elektrik kesintisinin ardından, başka enerji sistemleri ve altyapıları hayal etmeye başlamak mümkün mü? AKP hükümeti, ülkenin enerji ihtiyacına cevap olarak nükleer enerji seçeneğini öne sürüyor. Ancak nükleer santraller ne kalkınma, ilerleme/ekonomik büyüme paradigmasını değiştirebilecek, ne de enerjinin üretim, dağıtım ve tüketim mekanizmalarını demokratikleştirebilecek bir potansiyele sahip. Tam tersine, içerdiği riskler nedeniyle nükleer enerji, oldukça merkeziyetçi ve güvenlik-odaklı yönetim mekanizmaları gerektirecek.
Peki, alternatifler ne? Hem sermayenin hem de belediyelerin ve merkezi şebekelerin ağlarından bağımsız enerji üretim ve tüketim pratikleri mümkün mü? “Kaçak elektrik” kullanım pratiği, piyasa mekanizmalarının dışına çıkan, hatta onları tehdit eden alternatif bir strateji olarak düşünülebilir. Ancak bu pratik, tüketicilerini yine merkezi bir şebekeye (ve belediye/devlet erklerine) bağımlı kılıyor. Dünya Bankası verilerine göre dünyada 1.2 milyar insan “şebeke dışında” ve düzenli/güvenli elektrik erişimden mahrum yaşıyor. Ancak bazı Doğu Afrika ülkeleri gibi şebeke altyapılarının mevcut olmadığı noktalarda resmi olarak “enerji yoksulluğu” adını alan bu durum, ufak, yerel güneş jeneratörlerinin kullanımının yaygınlaşmasıyla yine şebeke-dışı yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına da yol açabiliyor. 2012'de Hindistan’daki muazzam elektrik kesintisi sırasında da ülkenin kuzeyinde binlerce yoksul vatandaşın güvenilmez ve pahalı bulunan elektrik şebekelerine alternatif dizel jeneratörleri kullandığı ortaya çıkmıştı. Dizel jeneratörler gibi fosil yakıtlara bağımlı olmayan ucuz ve ufak güneş panelleri, rüzgâr türbinleri ve bunların bağlandığı mikro-şebekeler, iklim değişikliğine de çözüm sağlayabilecek potansiyele sahip.
31 Mart günü Türkiye’de elektrikler kesildi. Gündelik hayatın isleyişini bıçak gibi kesen bu “olağanüstü” olayı günümüzün piyasa-doğa-teknoloji-insan ilişkilerini karakterize eden olağan bir olay olarak düşünerek siyaset araçlarımızı gözden geçirebilir miyiz? Devletlerin ve şirketlerin kontrolündeki fosil yakıt piyasalarının küresel dağıtım ve tüketim ağlarının dışına çıkmak için, merkeziyetçi olmayan, yerel, ufak, şebeke-dışı, müşterek elektrik üretim-dağıtım-tüketim alanları yaratmaya başlayabilir miyiz? Eğer enerji ve altyapı sistemleri siyasal dünyalarımız için hayati öneme sahipse, o zaman siyasi projelerimizde enerjinin yerini yeniden düşünmemiz gerekiyor. Çünkü “nasıl bir geleceği arzuluyoruz?” ile “ne gibi müşterek alanlar yaratabiliriz?” soruları kaçınılmaz olarak hangi enerjiyi, nasıl kullanmaya niyetli olduğumuza bağlı. (ZO/HK)
Kaynakça: Timothy Mitchell. 2014. Karbon Demokrasi. İstanbul, Açılım Kitap.
* Zeynep Oğuz, The Graduate Center, City University of New York (CUNY) Kültürel Antropoloji doktora öğrencisi. Türkiye'de enerji, teknoloji, altyapılar, nükleer projeler ve ekoloji ile ilgileniyor. Brooklyn College'da Türkiye, Ortadoğu, Sömürgecilik tarihi ve politik ekoloji üzerine dersler veriyor. Columbia Üniversitesi Antropoloji bölümünden lisansüstü, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünden lisans derecesi aldı. Birgün gazetesi Dış Haberler bölümünde çalıştı.